PARİS
- Merve Köroğlu
- 5 Ara
- 5 dakikada okunur


Ahh Paris.. 2 gün süremiz olduğu için Versay sarayı ve Disneyland’a gidememiş olsak da günlük adım sayısı rekorumuzu kırarak sıçanlara ve kruvasana doyduğumuz dolu dolu 2 gün geçirdik. Öncelikle kendi ülkem dahil ben hayatımda bu kadar pis bir şehir görmedim. Merkezi kastetmiyorum ama check-in saatimiz gelmediği için mecburiyetten paralı umumi bir tuvalete gireyim dedim, boşu boşuna para ödeyip kullanamadan çıktım. Sokaklar evsiz ve göçmen insanlarla dolu. Üstsüz gezenler mi dersiniz, alkolikler mi dersiniz, üzerinize yürüyenler mi dersiniz sokaklar envai çeşit insanla dolu, dolayısıyla tek başıma gezmek istemeyeceğim şehirlerden. Yine de turistik bölgeler abartıldığı kadar varmış, özellikle Montmantre ve ressamlar tepesi... Hala hafızamda capcanlı.

Öncelikle Paris’te gezmeye sabah 6’da başladık çünkü flixbus o saatte indi. Dolayısıyla çoğu yer kapalıydı ve Pantheon ile başladık. Marble sütunlar, geniş kubbe ve neoklasik tarz… Pantheon, 18. yüzyılda Louis XV’in hastalıktan kurtulmasına şükran olarak inşa edilmek üzere başlanmış ancak tamamlandığında esas olarak ülkenin büyüklerini onurlandıran anıt mezar haline gelmiş. Burada Voltaire, Rousseau, Victor Hugo ve Marie Curie gibi isimler yatıyor. Pantheon’un zemininde Foucault sarkacı bulunuyor. Bu, Dünya’nın kendi ekseni etrafında dönmesini gözlemlemeye yarayan deneyin yapıldığı ilk yerlerden biri. Pantheon kapalı olduğu için buraya girişi ertesi güne sakladık.

Hemen yakınlarındaki Lüksemburg bahçelerine gittik ve o ikonik yeşil sandalyelerde fotoğraflarımızı çekilip biraz da dinlenip yolumuza devam ettik. (herkes sandalyesini su kenarına taşıyıp fotoğraf çekebiliyordu ama çalışan abi nedense bizim sandalye taşımamıza kızdı ve izin vermedi, uyuz olmuştum) Parislilerin en sevdiği dinlenme ve yürüyüş noktalarından biriymiş, haklılar; burada 100’lerce heykel ve çeşme var ve bahçelere romantizm katmış. Ben de Paris’te yaşıyor olsam Eyfel’den daha sık geleceğim bir yer olurdu.

Paris’te müze kartı aldığımız için (en büyük pişmanlığım) onlarca müzeye saatli girişimiz vardı ve hızlı hareket etmemiz gerekiyordu. Yol üstünde gitmek istediğim Shakespeare and Company’ye uğrayıp kitapçıyı hızlıca gezip Notre Dame’ye gittik. Seine Nehri’nin ortasındaki Île de la Cité üzerinde yükselen Notre-Dame de Paris, gotik mimarinin başyapıtlarından biri olarak 12. yüzyılda inşa edilmeye başlanmış ve yaklaşık 200 yıl süren çalışmalar sonucunda tamamlanmış. Katedral, sadece dini bir yapı değil; aynı zamanda Paris tarihinin bir belgesi.

Bir sonraki durağımız Conciergerie oldu. Notre Dame’a sadece birkaç adım uzaklıkta yer alan Conciergerie, aslında bir saray olarak başlamış ama tarih boyunca daha çok hapishane ve devrim dönemi işkence merkezi olarak ün kazanmıştır. Ortaçağda Fransa krallarının ikametgahı olan yapı, zamanla kraliyet sarayından cezaevine dönüşmüş.


Conciergerie’nin hemen yanında yükselen Sainte-Chapelle, 13. yüzyılda Kral IX. Louis için kutsal emanetleri saklamak amacıyla inşa edilmiştir. Gotik mimarinin zarafetini gözler önüne seren bu küçük şapel, Paris’in en büyüleyici iç mekanlarından birine sahip.


Paris’in en romantik köprülerinden biri olan Pont des Arts ♥️ Seine Nehri üzerinde yürüyüş yapanların uğrak noktası. 2000’li yılların başında, çiftler buraya küçük kilitler takıp anahtarlarını nehre atarak aşklarını ölümsüzleştirme geleneğini başlatmışlar, köprünün her yerine kilitler asılı. Giderken saçma geldiği için kilit götürmemiştim ama ikinci gidişimde mutlaka götüreceğim.

Gelelim çıkışını bile bulamadığımız, tabloların önemini artık idrak edemediğimiz, müzeye doyup artık senelerce müze gezmek istemediğimize karar verdiğimiz Louvre’a. Dünyanın en büyük müzelerinden biri; yaklaşık 72.000 m² sergi alanı ve 35.000’den fazla eser barındırıyor. Mona Lisa, Venus de Milo, Winged Victory (Zafer Tanrıçası) gibi ikonik sanat eserlerine ev sahipliği yapıyor. Aylarca gezseniz göremeyeceğiniz eserler olacaktır. Bazı eserlerin sahte kopyaları sergileniyor; aslında orijinal eserler koruma amaçlı başka alanlarda saklanıyor.

Bu kadar değerli eserlerin olduğu dünyanın en büyük müzelerinden birine hırsızlık girişimi olmasaydık şaşırırdık. 1911’de Vincenzo Peruggia adlı bir İtalyan işçi, iki yıl önce Louvre’da işe başlamış ve güvenlik zafiyetlerinden faydalanarak Mona Lisa’yı çalmış. Eser 2 yıl sonra İtalya’da bulunmuş ve Paris’e geri getirilmiş. Bu olay, Mona Lisa’yı dünya çapında ikonik hale getiren dönüm noktası olmuş. Sonrasında güvenlik önlemleri artmış ama girişimler ve hırsızlık vakaları bitmedi maalesef.


Müzeyi 4 saat kadar gezdikten ve çoğu önemli eseri gördüğümüzü düşündükten sonra artık sıkılıp dayanamayacağımız için müzeden çıkmak istediğimizde yaklaşık 45-50 dk kadar da çıkışa yürüyüp ister istemez yüzlerce eser daha görmüş olduk. Ömrümüz boyunca göremeyeceğimiz kadar heykel ve tabloya doymuş olarak Louvre'u bitirmiş olduk. (Vatikan'da bile bu kadar yorulmamıştık)


Domaine National du Palais-Royal; Louvre’un hemen karşısında, kalabalığın bir anda çekilip sessizliğe dönüştüğü o gizli avlu. 17. yüzyılda Kardinal Richelieu’nün özel sarayı olarak başlayan bu yer, zamanla Paris aristokrasisinin buluşma noktası, sanatçıların gizli sığınağı, hatta devrim dedikodularının dolaştığı bir uğultu merkezine dönüşmüş. Bugün ise en çok siyah-beyaz çizgili Daniel Buren sütunları ile tanınıyor; Paris’in en fotojenik yerlerinden biri. Sabah erken saatlerde giderseniz neredeyse size özel bir sanat sahnesi gibi olur.
İşimiz bitince Tuileries bahçesinde oturup marketten/fırından aldığımız ıvır zıvırla akşam yemeğimizi yerken dinlendik. Louvre’dan Champs-Élysées’e açılan, Paris’in en tarihi parkı. Geniş yürüyüş yolları, yeşil sandalyeler, heykeller ve büyük havuzuyla hem günlük hayatın hem de sanatın birleştiği bir açık hava sahnesi.

Petit palais ve Grand palaisin önünden geçip Champs-Élysées’de Zafer Takı’na kadar yürüdük. Doğu tarafı (Concorde’a yakın) daha sakin, bahçeler ve heykellerle dolu. Batı tarafı (Zafer Takı’na yakın) sinemalar, lüks mağazalar ve restoranlarla Paris’in en yoğun ticari bölgesi.

Arc de Triomphe yani Paris’in en güçlü anıtsal yapılarından biri olan Zafer Takı, 1806’da Napolyon’un Austerlitz Zaferi sonrası ordusunu onurlandırmak için inşa edilmeye başlanmış. Tamamlanması ise imparatorluk çoktan sona ermişken, 1836’yı bulmuş. Eyfel’den sonra en tanınan anıttır ve geçit törenleri genelde buradan başlar.

Günü Eyfel’i görmeden bitirmedik elbette, klasik Place du Trocadéro’da birkaç selfie çekilip (birine verip çektiremeyecek kadar kalabalıktı ve hiç tekin değildi) sonrasında Rue Saint-Dominique caddesinde yürüyerek fotoğraf çekmeye devam ettik. Bizim gittiğimiz sene (2024) olimpiyat senesi olduğu için Eyfel ve çevresi olimpiyat logolarıyla doluydu ve o yeşillik alana yaklaştırmadılar maalesef, yanındaki banklarda oturup sıçanlar ayaklarımıza ısırmasın diye dua ederek maximum 10 dk dayanabildik ve otelimize döndük.

2.gün Paris’in en yüksek noktalarından biri olan Montmartre Tepesi’nde yer alan Sacré-Coeur Bazilikası ile güne başladık.

Öncesinde tam karşısındaki bir kafede kruvasan ve kahvemizi alarak (sıradan bir kafe olmasına rağmen lattesi de kruvasanı da gerçekten çok iyiydi) kahvaltımızı yaptık ve Sacre Coeur önündeki kalabalık artmadan sabahın erken saatleri olmasına rağmen sokak müzisyenlerini de biraz dinleyerek Montmantre'yi bitirip Ressamlar tepesine gittik.


Montmartre’ın kalbinde yer alan Place du Tertre, halk arasında “Ressamlar Tepesi” olarak anılan ve Paris’in sanat tarihinde özel bir yere sahip canlı bir meydan. 19. yüzyılda Picasso, Utrillo ve Van Dongen gibi ünlü ressamların çalıştığı atölyelerin bulunduğu bu bölge, bugün de yüzlerce sanatçının tablolarını sergilediği, portre çizdiği ve anlık eskizler yaptığı açık hava atölyesi havasını koruyor. Dar kaldırım taşlı sokaklar, kahvelerin arasından yükselen sanat sohbetleri ve meydanı çevreleyen atölyeler, Montmartre’ın bohem ruhunu hissetmek isteyenler için eşsiz bir atmosfer sunuyor.


Place du Tertre, Paris’in hem sanatsal belleğini hem de bugünün yaratıcı enerjisini bir araya getiren etkileyici bir durak. Normalde tatlı sevmem ama kokuya dayanamayıp çikolatalı krebimizi de yiyerek bir sonraki durağımıza yürümeye başladık.

Orsay Müzesi'ne biletimiz vardı ancak hem zamanımız yoktu hem de gerçekten müze gezmek istemiyorduk artık şehri yürümek görmek istiyorduk, onun yerine hızlıca Pantheon önünde denk geldiğimiz ufak konseri dinleyip Pantheon'u sonunda gezdik.

Ormancıya 2 gün tatil vermişler ormana pikniğe gitmiş diye kendimizle dalga geçtiğimiz son durağımız olan Paris’in Jardin des Plantes içinde yer alan Doğa Tarihi Müzesi; hem bilim tutkunlarını hem de meraklı gezginleri kendine çeken büyüleyici bir kompleks.


17. yüzyıla uzanan köklü geçmişiyle Avrupa’nın en eski bilim kurumlarından biri olan müze, devasa iskelet salonu “Grande Galerie de l’Évolution” ile bizim favori mekanımız oldu. Burada balinalardan dinozorlara, fillerden egzotik kuşlara kadar yüzlerce türün etkileyici modelleri ve iskeletleri sergileniyor. Bitki bahçeleri, tropik sera alanları ve mineral galerisi ise keşif duygusunu her adımda canlı tutuyor. Ömer Jurassic Park'ta gibi hissettiği için sürekli dinazorların yanına geçip 'beni bununla çek' deyip durdu. Açıkçası daha az yer görmemize rağmen Paris'in ikinci günü benim için 'Amour Plastique' ritminde geçti.




İkinci Paris gezimde Versay ve Disneyland'a da gidip bir günümü de komple Montmantre civarına ayırmak istiyorum. Canım Paris ♥️




Yorumlar