FLORANSA
- Merve Köroğlu
- 30 Kas
- 2 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 3 Ara

Stendhal sendromunu ilk kez Floransa’ya gittiğimde duymuştum ve aslında Avrupa’nın çoğu yerinde görebileceğimiz katedraller, Duomo benzeri yapılar olmasına rağmen, güzellik algısı da çoğu kişide farklı olmasına rağmen şehir sizi gerçekten büyülüyor ve psikolojik etkileri oluyor. Yani bizzat yaşamış biri olarak Floransa’da ‘özellikle şu çok çok iyiydi’ diyebileceğim bir yapıdan ziyade, genel olarak şehrin bütünü sizi etkisi altına alıyor diyebilirim. Rönesans’ın kalbi derler ya, burası tarihinden ziyade, iyi korunmuş bir ruh gibi.

Ponte Vecchio ile başlayalım; 1345’ten beri ayakta duran bu köprü, hâlâ kuyumcularla dolu ve Toscana bölgesinin en önemli nehirlerinden olan Arno; Rönesans ressamlarının defalarca resmettiği, gün batımında şehri altın gibi gösteren bir hat gibi. Floransa’dayken çok fotoğraf çekilme modumda değildim ama sonrasında Ömer’in köprülü pozlarını kıskanmadım değil..

Floransa’nın kalbinde, Piazza della Signoria’nın tam ortasında yükselen Palazzo Vecchio, şehrin geçmişini sergiliyor. Taş duvarları ve heybetli Arnolfo Kulesi ile ilk bakışta Orta Çağ’ın gücünü hissettiriyor. Meydanın kalabalığı arasında durup saraya baktığınızda, yılların ağırlığını ve Floransa’nın tarihi kudretini hissediyorsunuz.

İçeri adım attığınız anda ise Salone dei Cinquecento, devasa freskleri ve özenle işlenmiş tavanıyla sizi karşılıyor; her köşede Medici ailesinin izlerini ve Floransa tarihinin önemli anlarını görebiliyorsunuz. Michelangelo ve Donatello’nun eserleri, sarayın içinde dolaşırken birer birer karşınıza çıkıyor ve geçmişin sanatla iç içe geçmiş yaşamına tanıklık ediyorsunuz.


Dışarıya çıkıp Arnolfo Kulesi’ne tırmandığınızda, Floransa’nın dar sokakları, kırmızı çatılı evleri ve Arno Nehri panoramik bir tablo gibi ayaklarınızın altında seriliyor. Piazza della Signoria’daki heykeller (Cosimo I’in atlı heykeli şehrin gücünü, David cesareti, Perseus ve Hercules ise zaferi ve adaleti simgeliyor) ve Neptün Çeşmesi ile çevrili alan, şehrin sanat ve tarih dolu ruhunu tamamlıyor.
Loggia dei Lanzi’deki mitolojik figürlerse sanki Floransa’nın kadim ruhunu taşlara kazımış gibi.


Ara ara meydandan geçen at arabaları özellikle turistik amaçlı kullanılıyor ve genellikle Piazza della Signoria, Ponte Vecchio ve Duomo çevresinde görülüyor. Bu arabalar “carrozza” olarak biliniyor, çoğu geleneksel ahşap ve deri tasarımlı. Atlar genellikle yerel at ırklarından seçiliyor ve turistlere şehir turu yaptırıyorlar. Arabalar, saatlik veya kısa turlar için ücretli oluyor ve tarihi meydanlarda şehrin eski dönem atmosferini hissettirmek için kullanılıyor.

Floransa Katedrali -Brunelleschi’nin o devasa kubbesi- yakından bakınca daha da inanılmaz. Gotik cephenin desenleriyle Santa Maria del Fiore, sadece bir ibadet yeri değil; Rönesans’ın ihtişamını, mühendislik dehasını ve Floransa halkının gururunu bir arada sunan bir başyapıt. Dış cephedeki beyaz, pembe ve yeşil mermer desenleri, her açıdan farklı bir tablo gibi parlıyor.

Floransa’yı tepeden izlemek için en güzel durak kesinlikle Michelangelo Tepesi. Kırmızı çatılar, Arno Nehri ve Duomo’nun dev kubbesi ayaklarınızın altında seriliyor. Gün batımında ise şehir altın ışıklarla parlıyor; manzara sanki bir tablo gibi. Tepedeki David heykeli kopyası da küçük bir sürpriz oluyor. Biraz oturup manzarayı izlemek, birkaç derin nefes almak ve şehri yukarıdan izlemek, Floransa maceranıza hem huzur hem de romantizm katıyor.

Floransa’yı tempolu olarak günübirlik gezmek bize yetmişti ama müzelere, katedrallere girip detaylı gezmek ve şehrin tadını çıkarmak isterseniz 2-3 gün ayırmalısınız.

Not: Michelangelo tepesinde domatesli ekmeğe pesto sürüp kaldırımda oturarak akşam yemeğimizi yemiştik. Tasarruf edilen her lokma yerine yeni bir yer görmeye razıyım, belki sadece bir magnet almaya gücümüzün yeteceği günler olacak ama o makine boynumda gezeceğimiz günler hiç bitmesin ve isteyen herkese Allah nasip etsin. 🙏🏻

(bahsi geçen ekmek)






Yorumlar